DÂRU'L-İSLÂM'IN
DÂRU'L-HARB'E DÖNÜŞMESİ
İslâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "İslâmî
devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli
bir toprağının, ona bağlı halkının ve
siyasî iktidarının olması gerekir. Bu üç özellikten
biri olmadığı takdirde İslâmî devlet olma özelliğini
kaybeder. Belli bir toprağı ve sınırları
belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça İslâm devleti adını
alamaz. Devletin, İslâm'ın devlet şeklini kabul eden
sakinleri olmalı ve sakinlerin siyasî otoriteyi tanımaları,
devletin de sakinlerini iç ve dış düşmanlarına
karşı koruma imkânı bulunmalıdır. İslâm
hukukuna göre bir ülkenin İslâmî ülke olmaktan çıkması,
ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman
işgaline uğraması; İslâm devletinin tümünün veya
bir bölgesinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede
isyan edip İslam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur.
(Bilmen, a.g.e., III, 370; Özel, 96-97).
Bu gibi durumlarda İslam devletinin siyasî iktidarının
sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin
hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle
hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür. Küfür ahkâmının
yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman
kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası
dâru'l-harp olur. Bu görüşü ileri süren İmam Ebu Yusuf ve
Muhammed'e göre; İslâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye
ihtilâfsızca dâru'l-İslâm dendiğine göre, küfür
hükümlerinin uygulanıp İslâmî hükümlere son verildiği
bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun
dışında bir şarta gerek yoktur. İmam Ahmed b.
Hanbel ve İmam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler. (Özel,
a.g.e., 9 vd.) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını
ayıran ve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler,
yönetim ve hükümet şeklidir. Bir ülkenin, İslâmî veya
gayr-i İslâmî oluşunun tek delili orada İslâm'ın
mı yoksa küfrün mü otoriteşinin sözkonusu olduğudur.
İslâm hukukçularının bazıları ise; "ülke,
İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-İslâm olduğuna
göre, orada İslâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler
olduğu müddetçe orası dâru'l-İslâm'dır. Hattâ
müslümanlar dâru'l-İslâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler
bile İslam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe
orası dâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini
savunmuşlardır. Ancak daha evvel dâru'l-İslâm olup da
sonraları isyan veya irtidat etmekle İslâm'dan uzaklaşırsa
ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orası dâru'l-İslâm
olmaktan çıkıp dâru'l harb olur.
Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin
İslâm veya küfür ülkesi olması bizzat İslâm veya
küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir. Burada,
"emniyet" ve "korku" sözkonusudur. Eğer bir
yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de
korku içinde iseler orası dâru'l-İslâm'dır. Ama durum
bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın
emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orası dâru'l-harb'tir.
Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik
olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa
bile orası dâru'l-harb'tir.
Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline
geçer ve orası kısa bir müddet de olsa müslümanların
otoritesi altına girerse, orası artık ebediyyen müslümanlarındır
ve sonuna kadar dâru'l-İslâm kalacaktır. Bu ictihâdî görüşle
Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar. Müslümanların
olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile,
orasının yine dâru'l-İslâm olduğu ve buraların
tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri
sürülür. Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların
mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı
aralarında harp ortamı doğmuş demektir. Dâru'l-İslâm'ı
tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için
onlarla savaşmak vacip olmuş oluyor. Bu görüş, cihat
anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır.
Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri,
müslümanların otoritesinin olmadığı yere dâru'l-İslâm
denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü
ise, İslâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın
bilincini müslümanlara kazandırmaktadır.
Dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge,
İslâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir
yönetimin altına girmiş demektir. Düşman istilasına
uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir
savaşta, normal şartlarda İslâm harp hukuku uygulanır.
Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç
ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa;
fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin
olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orası dâru'l
harb'tir. Çünkü orada İslâm hükümleri değil de, küfür
hükümleri uygulanmakta ve İslâmî hükümlere hayat hakkı
tanınmamaktadır. Dâru'r-ridde* ile savaşılıp
orası tekrar ele geçirildiğinde İslâm'a dönenler
özgürdürler. Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür.
Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür;
Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere
dağıtılır. Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz,
savaş yapılır. Ancak daru'l-harb ehli ile sulh
yapılabilir. (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak,
İstanbul 1976, 63 vd).
|
Yorumlar
Yorum Gönder