ALLAH (C.C)
Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların
yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet
edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Huda'ya ait özel isim. En yüce
varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları
şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan
uzak olan gerçek Ma'bud. Varlığı zorunlu olan tek
yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan
bir başka varlık olmamıştır, olmayacaktır
da.
İsim, ifade ettiği ilâhî manasıyla yalnız
Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin manasını ve
muhtevasını ifade gücüne sahip değildir. Bu isim
başkası için de kullanılamaz (Meryem Suresi, 19/65).
İsmin, ait olduğu yaratıcı bir olduğundan,
ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak cinsleri olan
varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri
olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda
"şehirler" denilir ancak yine bir şehir olan fakat
bir ikincisi olmayan İstanbul için "İstanbullar"
denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah'u
Teâlâ'nın ayrı ayrı isimleri olabilir. Türkçe'de Tanrı,
Farsça'da Hudâ, İngilizce'de God, Fransızca'da Dieu gibi. Ne
var ki bu isimler "Allah!' gibi özel isim değildir. ilâh,
rab, ma'bud gibi cins isimdirler. Arapça'da ilâhın çoğuluna
"âlihe", rabbın çoğuluna "erbâb"
denildiği gibi Farsça'da Hudâ'nın çoğulu da "hudâyân"
ve lisanımızda da "tanrılar", rablar, ilâhlar,
ma'budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma'bud -Allah- için
kullanıldığı gibi, Allah'ın
dışında gerçek olmayan bir nice ma'bud kabul edilen
şeyler için de kullanıla gelmiştir. Eski Türklerde gök
tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar'da güzellik
tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi.
Halbuki "Allahlar" denilmemiş ve denilemez.
Manasındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne
tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme
edilebilir.
İslâm'ın temel ilkesi olan "Lâ İlâhe İllâllah"
tevhid kelimesi, meselâ Fransızca'ya tercüme edildiği zaman
"Diyöden başka diyö yok" Türkçe'ye aktarılmasında
"İlâhtan başka ilâh yoktur." denir. O zaman da
Allah kelimesi "ilâh" kelimesiyle tercüme edilmiş olur.
Bu da yanlış bir tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir,
Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid "tanrı"
kelimesiyle Türkçe'ye çevrildiğinde aynı çarpıklık
ve yanlışlık ortaya çıkar. "Allah"
kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok
beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin
Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı
ve has bir isim olduğudur.
Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen
veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne
kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık
veren, öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde
idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir
başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören,
işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık
ve dengesizlik bulunmayan, herşeye gücü yeten, bütün mülkün
gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat
edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri daha
bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök
ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun
eğdiği, ismini ululadığı, ibadet edilmeye lâyık
Hak mabud. Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah
olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibadete lâyık
oluşu, bir başka sebepten değil; kendi
'zat'ının yüceliğindendir. insanlar zaman zaman putlara,
ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya
hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye
tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud
edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları tanımaz
ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel
mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk
vasıfları yok olur. Hülâsa Allah'ın
dışındakiler ancak insanların
mabudlaştırmalarıyla mabud telâkki edilebildikleri
hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibadet etse
de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibadete lâyıktır.
Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz.
İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk
devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve
tapınma meyli; dolayısıyla bir dîni inanca eğilim
vardır. Batılı dinler tarihi yazarlarının bir
çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî
sebeplere bağlanmış ise de, müslüman âlimlerin genel
kanaatlarına göre tamamen fıtrî ve doğuştandır.
İlk insan olan Hz. Âdem'in yaratılışından
önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı
(el-Bakara, 2/30) ve bu konuşmada Âdem'in-insanın-
Allah'ın halifesi olarak yaratılması hususunu düşündüğümüzde
de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına
Allah'a halife olacak özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah'a
bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu
bildirir. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) "Her doğan insan, İslâm
fıtratı üzere doğar, onu Mecusi, Hristiyan veya Yahudi
yapan ana ve babasıdır" (Müslim, Kader, 25; Buhârî,
Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17) hadisi ve "Sizi karada ve
denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün):
Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü
ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye,
şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar
onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen
kuşatıldıklarını, (bir daha
kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini
yalnız Allah'a halis kılarak Ona yalvarmağa
başlarlar. And olsun eğer bizi bu (felâket) den kurtarırsan,
şükredenlerden olacağız. (derler). (Yûnus, 10/23)"
ayeti de keza Allah inancının -her ne suretle ortaya çıkarsa
çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat
etmektedir.
Nereye gidilmişse orada basit ve batıl da olsa bir dîne,
bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş
devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi,
güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün
bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna,
herşeyi yaratan, terbiye eden, esirgeyen bir
varlığın mevcudiyetine inanmışlar,
dış âlemde taptıkları şeyleri Ona
yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir." "Biz,
bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye
tapıyoruz." (ez-Zümer, 39/3) Cinsleri, devirleri ve ülkeleri
ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç konusundaki
birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî
olduğunu ispat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya Kadir olan bir
Allah'a inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her
insana farzdır. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı
dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile
Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda
olduğundan, Allah'a îmanla mükelleftirler.
Akıl ile Allah'ın bilinebileceğine, birçok ayet
delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olanı,
Hz. İbrahim'in daha çocukluk dönemlerinde iken parlaklıklarına
bakarak yıldızı, ayı, güneşi Rab olarak kabul
etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile
zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk
etmesi ve neticede gerçeği görerek "...ben, yüzümü
tamamen, gökleri ve yeri yoktan varedene çevirdim ve artık ben
Ona ortak koşanlardan değilim. " (el-En'âm, 6/79)
ayetidir. Maturîdiyye mezhebine göre Allah'a iman, insan fıtratının
icabıdır. Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara
bakarak bunların büyük bir yaratıcısı
olduğuna aklen hükmedebilir. "Akıl ve nazar
'marifetullah'da kâfidir." derler. "Göklerin ve yerin yaratıcısı
olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır?
" (İbrahim, 14/10) ayetini delil gösterirler. Eş'ariye
imamları ise "akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfi değildir."
derler ve "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap
etmeyiz. " (el-İsrâ, 17/15) ayetini delîl gösterirler.
Netice olarak, semavât ve arzın yaratılışında,
gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta
meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat
hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akıllının
kabul edebileceği gibi, Allah'ın varlığını
ispat eden delîller vardır. (el-Bakara, 2/164).
Allah'ın zatı üzerinde düşünmek haramdır. Onun
zatını idrak etmek aklen mümkün değildir. (Çünkü
Allah'ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O'na denk
değildir. (İhlâs, 112/1-5). Gözler Onu idrak edemez,
(el-En'âm, 6/103). Çünkü aklın ulaşabildiği ve
kavrayabildiği şeyler ancak madde cinsinden olan
şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu
organlarımızla tespitini yaptığımız ve hâlen
yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan
uzak olan bir yaratıcı tarafından
yaratılmıştır. Yaratılan ise
yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir.
Allah'ın varlığına inanmak, her müslümanın
ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm ıstılâhına
göre inanmak ise Allah'ın varlığına,
birliğine, yani, Allah'tan başka ilâh olmadığına
ve inanılması gereken diğer hususlara (Allah'a,
Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve
kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu
kalp ile tasdik etmektir. İnanan insana mümin, inanmayana ise
kâfir denir. Akıl sahibi olan her insanın, Allah'ın
varlığına inanması gerekir. Allah'ın
varlığına inanmak, insan fıtratının
icabıdır. Allah'ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir.
Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:
a) Vâcibu'l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan,
olmaması mümkün olmayan varlık. Bu da sadece Allah Teâlâ'dır.
b) Mümkinu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani,
varolması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır
ki Allah'ın dışında tüm yaratıklar böyledir .
c) Mümteniu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan.
Allah'ın eşi ve benzerinin olması gibi. Allah'ın
eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.
Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden)
Allah'tır. Kur'an'da Allah hakkında varid olan birçok vasıflar
onun bir cisim olduğunun delili değil, ancak ona ait mecazi
vasıflamalardır. (Bk: 5/69; 38/75; 39/67; 54/14; 2/109, 274;
6/52; 18/27 ayetler) Bu sıfatlarla Allah'ı cisimlendirme veya
bir başka varlığa benzetme sözkonusu değildir.
Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır.
Ondan başka ilâh yoktur. O rahman ve rahîmdir. (2/163).
Üçyüzaltmış putu kendilerine ilâh kabul eden Mekkeli müşrikler,
bu muazzam âlemin bir tek ilâhı olduğu gerçeğini
duyunca hayret etmişler, "Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir
ilâh nasıl yetişir." demişlerdi. Müşriklerin
maddeci görüşlerini reddedip Allah'ın tek yaratıcı
olduğuna, varlığının isbatına delil olacak
birçok âyetlerden biri de şudur: "Şüphesiz göklerin
ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde,
insanların faydasına olan şeyleri denizde ta,
sıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla
ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit
canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök
arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip
çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın
varlığına ve birliğine) delîller vardır.
" (el-Bakara, 2/164)"
Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara
bakarak, bunların büyük bir yaratıcısı
olduğuna aklen hükmedebilir. Bir bilginin kesinlik kazanması
için o konuda ispat edici deliller aranır. Allah'ın
varlığı hakkında da bilgimizin kesinlik
kazanması için birçok deliller vardır. Bu deliller, aklî ve
naklî deliller olmak üzere iki grupta toplanabilir.
A) Aklî deliller
1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın
varlığını ispat.
Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde,
başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır.
Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin,
varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide
ihtiyacı vardır. O mucidin de varlığının
kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir. Bir
başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı
kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ'dır. bu halde bu
âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu
delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan
delil. Kelâm âlimleri bu delîli şöyle açıklarlar: Bu
âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur).
Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır.
O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce Allah'tır.
Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî
delillerle ispat edilmiştir. Şöyle ki: Âlem; (Evren) cevher
ve arazlardan meydana gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız olan
hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir.
Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir. Ekvân-ı
erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren
sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi sonradan
varolmuştur. Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra
aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu
gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler. Görülmemeleri
hâdis olduklarının, yani sonradan
yaratıldıklarının delilidir. Hâdis olmasaydılar,
vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi. Vacip
olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok
olmamaları gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok
oluyorlar. O halde vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları
sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis
olduklarının delilidir. Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi
hâdis olan cisimle birlikte olur. Cevherler (cisimler) de mutlaka bu
dört durumdan birisiyle birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan
ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır.
Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır. O muhdis ise; bu
âlem cinsinden olmayan varlığı zatının
icabı, yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah
Tebârek ve Teâlâ'dır.
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur.
Yani vücudu sonradan yaratılmıştır. O hâlde o da,
varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır.
Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir
yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece
sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir.
Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir.
Varlığı farzedilen bu yaratıcılar
silsileşinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç
olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının
gereği olan bir yaratıcıya dayanması
şarttır. Bu varlık, âlemin yaratıcısı
olan Allah'tır.
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve
hayvanlar yoktan var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var
edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardır. O da
Allah'tır. Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya
hayvan sonradan varolmuştur. Her birinin
varlığının bir başlangıcı
vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat
olunuyor. İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat
eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar
kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar.
O da, varlığının başlangıcı ve sonu
olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç yetiren Allah 'tır
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya
getirilmiş olan) bir varlıktır. Terkip olunan her
varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır.
Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir. Parçalar,
bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O
halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının
birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her
sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır.
Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına
muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların
teselsülü gerekir. Teselsül ise batıldır. O hâlde bu yaratıcı,
varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir
varlıktır. O da, Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır.
2-İmkân Delîli
a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan
bir varlıktır. Her mümkün, varlığını
yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var
olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O kuvvet de
bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir
varlıktır. O da Allah'tır.
b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya
varlığı zatındandır ya da
varlığı ve yokluğu mümkün olandır.
Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan
yalnız Allah'tır. Bu mevcut, varlığı mümkün
olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının
icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını
yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç
vardır. O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin
hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir. Madde ve
maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin
ezelî olduğunu söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki
hareketin neticesidir. O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi
sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Bu hareket
silsileşinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu
vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir.
O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.
3- İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli. içinde bulunduğumuz
âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel
olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz.
Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her
varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde
varolan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere
yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve
vesîleler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan insan,
rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık
değildir. Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve
maksatlıdır. İnsanın yaratılışı
güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de
Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na ibadet etmektir.
İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun
da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası
vardır. İşte âlemde görülen canlı ve cansız
varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat
edip yaratan bir yaratıcının
varlığını, aynı zamanda o
varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu
isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud
olan Yüce Allah'tır. Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile
getiren bir çok ayet vardır. (Bakara, 2/22, Nebe', 78/6-16, ....)
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl
sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak
esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara
bakıp yaratıcısını keşfedebilir. Bunun için
Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının
varlığına delil olabilecek eserlere
bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini,
akletmelerini istemektedir. Aklı delillere ilâveten Allah'ın
varlığını isbat eden naklî delillere de kısaca
göz atalım.
B) Naklî Deliller:
Naklî delillerden kastımız, Allah'ın
varlığını dile getiren ve üzerinde düşünmemizi
isteyen Kur'an ayetleridir. Sayıca bir hayli kabarık olan bu
ayetlerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz:
1- "Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için
birer kazık kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık,
uykunuzu dinlenme vakti kıldık, geceyi bir örtü yaptık,
gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık, üstünüze yedi
kat sağlam gök bina ettik, parlak ışık veren güneşi
varettik, taneler, bitkiler ve ağaçları
sarmaş-dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış
bulutlardan bol yağmur indirdik." (Nebe', 78/6-16).
2- "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün
birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle
denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri
ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı
orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında
emre amade duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için
deliller vardır." (el-Bakara, 2/164).
3- "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl
yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay'a
aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını
sağlamıştır. Allah sizi yerden bir bitki olarak
bitirdi. Sonra yine oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.
" (Nûh, 71/15-18).
4- "Şimdi gördünüz mü attığınız
meniyi? "
"Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş
değildir. (Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize
benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım.
Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, (bunu) düşünüp ibret
almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu
bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp
yapardık, hayret ederdiniz. 'biz borçlandık, doğrusu biz
yoksun bırakıldık! (derdiniz). İçtiğiniz suya
baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa
indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. , Şükretmeniz
gerekmez mi? Çaktığınız ateşi gördünüz mü?
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan
biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.
Öyleyse Ulu Rabb'inin adını yücelt. " (el-Vâkıa,
56/58-74).
5- "Yer ve gökleri yaratan Allah'u Teâlâ'nın
varlığında şüphe edilir mi?" (İbrahim,
14/10).
6- "Andolsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?"
diye sorsan, mutlaka "Allah" derler, "Hamd Allah'a lâyıktır"
de. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar. " (Lokman,
31/25).
7- "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dîne
çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dîne dön) ki,
insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın
yaratması değiştirilemez. işte doğru dîn odur.
Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30/30).
Allah'ın sıfatları: İslâm'da iman esaslarının
ilk ve en mühim şartı Allah'a imandır. Allah'a iman ise;
yalnız Allah'ın mücerret zat-ı ilâhisine inanmakla
olmayıp, aynı zamanda o yüce varlığın
zatı hakkında vacip olan "Kemâl sıfatlarıyla",
yüce zatına vasfedilmesi mümkün olmayan "noksan sıfatlara"
ve zat-ı ilâhisi hakkında inanılması caiz olan
sıfatlara toptan ve tafsilatlı olarak inanmakla olur. Zatî ve
sübûtî sıfatlar olarak iki bölümde ele alınan bu
sıfatlar sırasıyla şunlardır:
Zatî sıfatlar
1-Vücut. Bu sıfat, Allah'ın var olduğunu ifade eder.
Allah vardır ve en büyük varlık O'dur. O'nun
varlığı, herşeyin varlığından daha
belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı. Kâinatın
varlığı O'nun varlığına en büyük
şahittir. Âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş
değildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok
olabilir. Halbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlık vücuda
gelmekte ve yok olmaktadır. En ufak çarpıklık
olmaksızın, en ince hesaplarla var olan ve
varlığını çarpıcı özellikleriyle devam
ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çıkması ve
varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Bütün
bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcının
varlığının şüphe götürmez delilleridir .
Allah'ın varlığı, başka bir varlık
vasıtasıyla olmayıp; ilâhî vücudu, zatının
gereğidir. Vücudu zatının icabı olduğu içindir
ki; Allah'a "Vâcibu'l Vücud" denmiştir. Allah'ın
zatının ve sıfatlarının hakikatini anlamak;
sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa
ondan ayrı, ona zıt bir şey mi olduğu hususunu
kavrayabilmek aklen mümkün değildir. Allah'ın ilâhî
vücudu ister zatının aynı, ister gayrı olsun, her mükellefe
vacip olan husus; Allah'ın var olduğuna inanmaktır. O'nun
varlığına inanmamızı gerektiren akli ve naklî
delilleri yukarıda izah ettik.
Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir.
Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sıfatların
birincisidir. Allah'ın yokluğu ne geçmişte, ne de
gelecekte mümkündür.
2-Kıdem. Allah'u Teâlâ, varlığı,
zatının icabı olduğu için kadîmdir ezelîdir.
Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah'ın var
olmadığı bir zaman düşünülemez. Eğer Allah
kadîm-ezeli olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu.
Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden bir (muhdise)-
yaratıcıya muhtaçtır. Aksi takdirde yok olan bir
şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir
yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün
düşünürlere göre batıldır. Allah kadîm olmasaydı,
var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç
olurdu. Halbuki Allah'ın vücudu, zatının
icabıdır. Yani varlığı kendindendir. Bir
şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün değildir.
Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir.
Kıdem sıfatının zıddı "Hudûs-sonradan
var olma" sıfatıdır. Allah kadîm olduğu için
O'nun hâdis olması aklen mümkün değildir.
3-Bekâ. Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur.
O daima vardır. Varlığı kendinden olduğu için
O, hem kadîm ve eze!î; hem de bakî ve ebedîdir. "O, evvel ve
ahirdir." (el-Hadîd, 57/3), "Kâinattaki her şeytani
-yok olucudur. Celâl ve İkram sahibi olan Rabb'im -zatı bakî'dir-
ebedî'dir-. " (er-Rahman, 55/27) Bu ayet-i kerimeler, Allah'ın
bakî olduğunun delilleridir. Allah'ın vücudunu harici bir
kuvvet yok edemez. Çünkü kadîm olan Allah'ın
dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratılmıştır.)
Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok edemez.
Zira vacibü'ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik
sıfatlardan uzaktır. Varlığını devam
ettirememe acizliktir. Acizlik ise noksanlıktır. Allah
noksanlıktan münezzehtir. O'nu yok edecek bir kuvvet tasavvur
edilemez, öyleyse Allah bakîdir, varlığının sonu
yoktur.
Bekâ'nın zıddı "fena -(bir sonu
olmak)"dır. Allah'ın fânî olması ise aklen
muhaldır.
4-Muhalefetü'n li'l-Havâdis. (Sonradan vücut bulan varlıklara
benzememe). Allah zat ve sıfatı ile sonradan
yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez. Bu
sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında
akla aykırıdır, mümkün değildir.
Sınırlı olan aklımızla Allah'ı nasıl
düşünürsek düşünelim, hayâlimizde nasıl
canlandırırsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden
hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine
benzemeyen ilâhî bir varlıktır. Hayalimizden geçirdiğimiz
bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan,
varlığı, bir başkasının
varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm,
noksan varlıklardır. Allah ise her türlü noksanlıklardan
uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır. Böyle yüce bir
varlık, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa
benzemez. Allah kendi zatını "O 'nun benzeri yoktur. O,
herşeyi işitici ve görücüdür. " (eş-Şûrâ,
42/11)" ayetiyle vasıflandırmıştır.
Peygamberimiz de (s.a.s.), "Allah aklına gelen her şeyden
başKadir. " buyurmuştur. Allah, sonradan olanlara
benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık
olurdu. Kadim ve bakî olan bir varlık ise hâdis olamaz. Başkasına
benzemeye muhtaç olan bir varlık, benzediği
varlığın ve diğer varlıkların
yaratıcısı olamaz. Allah, tek yaratıcı
olduğuna göre, yarattıklarına benzemez ve muhalefetü'n
li'l-havâdis sıfatıyla muttasıfdır. Bu sıfat
aynı zamanda, Allah'ın, diğer varlıklarda bulunan
cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek,
içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan
da uzak olduğunu ifade eder." (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27;
Tâhâ, 20/5). ayetlerinde geçen "Allah'ın eli",
"Allah'ın yüzü", ''Allah'ın arşı
istiva-istilâ etmesi" gibi maddî varlıklara ait
sıfatların Allah hakkında kullanılmış
olması, Allah'ın başka varlıklara benzediğinin
delili değildir. Bu kelimelerin hepsi mecazî anlamındadır.
Allah'ın eli: Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ın
zatı manasında kullanılmıştır.
5-Kıyâm Binefsihi. Her şey, kendi dışında
bir varlığın yaratmasına muhtaç olduğu halde,
Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardır.
Bu sıfatın zıddı olan "mutlak ihtiyaç"
Allah hakkında muhal olan noksan bir sıfattır. Âlemde
bulunan her varlık, yar olmasında ve
varlığının devamında bir yaratıcıya
muhtaçtır. Hiç bir şey kendi kendine var
olmamıştır, varlığı sonradan vücûda
gelmiştir. Buna mukabıl Allah'ın varlığı
kendi zatı'nın gereğidir, var olmasında, kendinin
dışında bir başka varlığa muhtaç değildir.
Zatı düşünüldüğü zaman, vücudu da zatıyla
beraber düşünülür. Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtından
ayrı tasavvur edilemez. Kâinatın var olması, kendinden
evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı sayesindedir,
O'da Allah'tır. Allah yaratıcıdır, diğer
varlıklar ise yaratılandır. Yaratıcı,
yaratılana muhtaç olamaz.
"Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsınız. Allah ise
-her şeyden- müstağnîdir (muhtaç değil), öğünmeye
lâyık olandır." (Fâtır, 35/15)
"Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir."
(el-Ankebut, 29/8).
6-Vahdâniyet. Allah'ın her yönden bir olduğunu bildiren
vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatın
zıddı olan "birden fazla olmak, bir ortağı
bulunmak", Allah hakkında mümkün olmayan bir sıfattır.
Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Bütün semayı
dinlerdeki inanç esaslarının temelini "Allah'ın
birliği" sıfatı oluşturur. Bu inanca "Tevhîd
Akîdesi" denir. Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç,
güzel is, Allah katında makbûl değildir. En son ve en mükemmel
din olan İslâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün
insanları öncelikle bu temel inanca çağırmıştır.
Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlıkların ve bütün
insanların Rabb'ıdır. Her şeyi yaratan,
rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren
yalnız O'dur. O'nun ortağı, oğlu veya kızı
yoktur. Doğurmamıştır,
doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun eşi ve
benzeri olamamıştır. Bu inanç ile İslâmiyet
insanları Allah'ın dışındaki varlıklara
kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklâllerini
iade etmiş. Allah'ın birliği fikrini zedeleyen her türlü
kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibadeti,
insanın insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan
kaldırmış, Allah'tan başkalarını rab
edinmeyi en büyük günah ve şirk kabul etmiştir. Böylece
İslâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında
olduğu kadar, fizikî sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş;
tevhîd akidesiyle bütün insanların tek bir mabûdu olduğunu,
dolayısıyla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana
geldiğini ifade ederek "beşer ırkında
birlik" fikrini telkin etmiştir. Her müslüman Allah'ın
bir olduğunu söylemeli ve bu inancını Allah'tan
başkasına ibâdet etmemekle, ibadetine dolaylı olarak da
olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat
etmelidir. Bu noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu aynı
olmalıdır. Allah'ın birliğine delil olan ayetlerden
bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
a) "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey
varlığını ve varlığının
devamını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır.
O, hiç bir , şeye muhtaç değildir. Her şeyin
başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık
O'dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası
tarafından)doğurulmamıştır. Hiçbirşey
O'nun dengi olmamıştır." (İhlâs, 112/1-4) .
b) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza
tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar
değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak
değilim. Siz de benim taptığıma tapacak
değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn,
109/1-6).
c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var
mıdır?" (Fâtır, 35/3).
d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer
olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi
yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi
de diğerine galebe ederdi." (Mü'minun, 23/91)
e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka
ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu." (el-Enbiyâ,
21/22).
Allah, zatında, ilâhlığında, mabud ve
yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka
yaratıcı yoktur. Kâinatı bizzat yaratmaya,
yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun
içindir ki ikinci bir Allah'ın varlığına imkân
yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah'tan biri
kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise,
diğeri zâid-fazla olmuş olurdu. Bunun aksine, yalnız
başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu
durumda da aciz-güçsüz olurdu. Aciz ve zâit olan bir zat ise Allah
olamaz. Bu nedenle Allah vardır ve birdir.
Sübûtî sıfatlar
7-Hayat. " Allah hayat sahibidir. " (Âli İmrân,
3/2). Bu sıfat, Allah'ın zatına vacip olan
sıfatlardandır. Fakat Allah hakkında vacip olan bu
sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden
doğan geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir.
Allah hakkındaki vücut sıfatının kamil olması,
O'nun diri olmasıyla mümkündür. Hayatın zıddı
ölümdür. Ezelî olan Allah hakkında ölümü düşünmek,
akla aykırıdır. Bir varlık hem ezelî, hem de
ölümlü olamaz. İlim, irade, kudret ve diğer kemâl sıfatlarını
zatında bulunduran Allah'ın diri olması zaruridir.
Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü
olması düşünülemez. Ölüm, bir noksanlık
sıfatıdır. Allah ise noksanlıklardan uzaktır. O
hâlde Allah'ın hayat sahibi olduğu bir gerçektir. Bu sıfat,
ancak Allah'ta ezelî ve ebedîdir.
"Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan
Allah)'a dayanan. " (el-Furkan, 25/58).ayeti ve benzeri ayetler
Allah'ın, hayat sahibi olduğunu ifade eder.
|
Yorumlar
Yorum Gönder